Yağmurlu O Gece Üzerine


Yağmurlu O Gece



Başlığımızla ilk bakışta ilgili gibi gözükmese de konumuz genel itibariyle intihar olacaktır. İntihar belli bir form için sonu kategorize eder. İnançlara göre değişse de her türlü bir şeyin sonudur. İster bedenin, ister ruhun. Konumuzun intihar olması, insanın varabileceği en son noktayı irdelemek, onu nasıl anlamlandırdığını değerlendirmek ve bu anlamı hangi nedenlerle çevrelediğini incelemektir. İntihar uç noktayı karakterize eder. Ve uç noktalar incelenmezse, yaşam pratikleri anlaşılamaz veya çözülemez. Uç noktalar doğum ve ölümdür. Bu yüzden doğumla başlayan herşey ölüme anlam verecektir. 43 yaşında bir insanın gecenin birinde intihar etmek istediğini düşünün. Uç noktaya çok yaklaşmıştır. Ama bu uç nokta ölüm olduğundan ipin bittiği yerdir. İpin başı doğumdur ve ipin sonuyla bağlantılıdır. Bu 43 yaşındaki insanın neden intihar etmek istediğini ipin başından başlayıp gelebildiği noktaya kadar bakarsak anlayabiliriz. Bir bakarız ki bu insan 2 yaşında cinsel istismara uğramış. Ölümünün anlamını kavradığımız andır bu. Bu örnekten sonra artık tanıma geçmek istiyorum izninizle. İntihar, inançsal değişimi baz alırsak, bir varlık türünün (örn: beden veya ruh) tüm işlevlerini yitirmesini veya son bulmasını tanımlar. İntiharın herşeyde olduğu gibi nedensel bir kurgusu vardır. Belli dışsal olayların veya içsel tasavvurların sonucunda verilen bir karar olma özelliğini taşır. Şimdi varoluşçuluk ekolüne geçelim ki intiharı anlatacaksak onun evinden başlamamız gerekir.

Varoluşçuluk(Egzistansiyalizm)

Yine kendimin oluşturduğu bir tanımla devam edeceğim ki bunu yapma sebebim, yazıyı yazma sebebimle aynı. Yazıyı yazarım çünkü dikkatimi bir konu çekmiştir ve bunu aktarmak isterim. Tanımı da konu nasıl dikkatimi çektiyse, tamamen dikkatimi çeken şekilde yapmak isterim. Varoluşçuluk, tanrının olmadığı, insanın dünyaya fırlatıldığı ve özgür iradesiyle sokakta dolaşmakta olduğunu öğretir bize. Tanrı yok, bu yüzden özgürlük var der her aforizmasında. Bu özgürlük öylesine amaçsızlaştırır ki bizi, hiçbir şey ilgimizi çekmez. Çünkü özgürlüğümüzü anlamlı kılacak bir Tanrıdan yoksunuzdur. Özgür olmak, bir amaç varsa anlamlanır. Fakat aşkınsal veya içkinsel bir amacımız yoktur. Tek anlam zaman ve uzamdan bağımsız olan ‘anlık’ anlamdır. Anlık anlam, her zaman anlamını içinde barındırır ve zaman ve uzamdan bağımsız olduğu için kendi kendine anlamlıdır. Öncesi ve sonrası yoktur. Öncesi ve sonrası olan amaca daha yatkınızdır. Bu da birazdan değineceğimiz “deterministik zihin yapısı”ndan kaynaklanır. Diğer konuya geçmeden önce bir alıntıyla varoluşçuluğa örnek getirelim:
“Bir şey sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez, ona anlam veren ölümüdür yalnız.” J.P. Sartre

Filozoflar ve İntihar

İntihar üzerine çeşitli çağlarda çeşitli düşünceler ortaya atılmıştır. Skolastik yapısı olan çağlarda iş gücünün kaybını önlemek için geri dönüşü olmayan bir günah olarak nitelendirilmiş, günümüze baktığımızda da aynı çabanın yanında, Rönesans ve reformun etkisiyle daha vicdani bir olguya indirgenmiştir. İntihar konusuyla ilgilenen üç önemli isimden bahsetmek istiyorum; Arthur Schopenhauer, Friedrich Wilhelm Nietzsche ve Albert Camus. En baştan başlayalım. Schopenhauer, intihar konusuna her mantıklı insanın yapması gerektiği bir davranış biçimi olarak bakmıştır. Yaşamın ıstırabı, insanların içgüdüsel davranan birer aptal oluşu, mutlu olmanın geçici bir nitelik taşıdığı gibi tezleri tabi ki onu intiharın haklı bir davranış olduğuna götürmüştür. Nietzsche de ise durum tam tersidir. “Tanrı öldü.” Sözüyle bilinmesine karşın insanın ölmemesi gerektiğini savunur. Onun üst-insan ideali, intihar konusundaki felsefesini özetler. Üst-insan, mevcut ahlaki sistemlerin, metafizik inançların, davranışsal kalıpların sökülüp atıldığı, insandan yukarıya evrildiği modeldir. Bu yüzden insan yaşamalı –ayakbağı olanlar hariç, onların intihar edebileceğini söyler- ve üst-insana erişmeye çalışmalıdır. Onun amacı budur. Dünyevi bir amaç inşa eder böylece Nietzsche. Ve son düşünürümüz Camus’ya gelelim. Camus ise yaşamak bir saçmadır der. Onun yaşamın anlam arayışına ithafen inşa ettiği absürdizm, yaşamın bir saçma yani yaşamın ve eylemlerin saçmalık olduğunu söylemektedir. Çünkü eylemleri anlamlandıracak bir neden yoktur. Şöyle de özetlenebilir:
“Nedeni olan nasıla katlanır” Nietzche.

Deterministik Zihin Yapısı

Determinizm, her olayın kendinden önce belli nedenlere bağlı olarak ortaya çıktığını savunan ekoldür. Örneğin, yağmur yağıyorsa, bunun nedeni bulutların yoğunlaşmasıdır. Evren deterministik bir yapıdadır. Her şey buna göre işler ve insan beyni de buna göre evrimleşmiştir. Bir bitki bilince sahip değildir çünkü buna ihtiyaç duymaz, sadece deterministik evren kanunlarına boyun eğer. Fakat insan zihni bu yapıyı anlayabilir. Hayatta kalmak için geliştirdiğimiz en önemli özelliktir anlama yeteneği. Eğer bir şeyin neden olduğunu anlarsak, gelecekte benzer koşullarda aynı şeylerin olacağını anlayabiliriz. Bir köpek havladıktan sonra bize saldırıyorsa, sonraki sefer o havladığı anda ne olacağını hayal edip karşı davranışta bulunabiliriz. İşte bu deterministik zihin yapısı, yaşama verdiğimiz anlam konusunda da karşımıza çıkar. Her şeyin bir nedeni olmalı, peki ya yaşamamızın nedeni ne? İşte bu neden çağlardır “Tanrı” olmuştur. Çünkü Tanrı insana bir anlam verir, o nedendir ve sonsuz yaşam bahşeder. Sonsuz olmayan bir şey, zamanı geldiğinde anlamını yitirme potansiyeline sahiptir. Çünkü ölecektir ve anlam son bulacaktır. Sonsuz olmayan, bu yüzden zihin yapımızda anlamsız olarak tanımlanır. Peki ya sonsuz olmayanın içerisinde bir anlam aramaya kalkışırsak? Bunu başarabilir miyiz? Gelin bunu irdeleyelim.

Bireysel Seçim/Özgür İrade Seçimi Olarak İntihar

Özgür irade, olasılıklar arası seçim şansıdır. Bir hayvan yemek yemek istediğinde genellikle en yakınında ve en güçsüz hayvanı seçer. Bundan da öte, yemek yemek zorundadır. Fakat insana baktığımızda, yemek örneğinden hareketle, grev yapabilmektedir. Diyet ile aç kalabilmektedir veya kendini yemede kısıtlayabilmektedir. Olasılıklar üzerinde seçim yeteneğidir bu ve bizi özgür kılan budur. Bunu yaşam anlamımıza da uygulayabiliriz. Yukarıda sonsuz olmayan içerisinde bir anlam arayabilir miyiz demiştik. Evet, bulabiliriz de. Anlam, klasik determinist zihin yapısı karakteristiğiyle düşündüğümüzde pek mümkün değildir yaşam açısından fakat bunun dışına çıkabiliriz. Hayal gücü, zaman ve mekanla sınırlanmamaktadır. Hayal gücümüz aracılığıyla zaman mottosunu aşabiliriz. Deterministik zihin yapısı, yaşamın anlamı gibi geniş ölçekli konularda geniş zaman ile düşünür. Böyle olunca, sonunda öleceğimizin farkına varıp anlamdan yoksun kaldığımızı düşünürüz. Oysa ki, şimdiki zamana geçtiğimizde, an için yaşarız ve o zaman kendi kendimize anlam yükleniriz ve her şeye kendinde bir anlam yükleriz.

İşte bunu başarabilirsek, geniş zaman açısından mantıklı olan intihar, tamamen mantıksız hale gelir ve yaşama kararı verilebilir. Özgür irade sayesinde, zaman mottomuzu değiştirerek yaşama seçimini yapabiliriz.


Yağmurlu O Gece

Gecenin karanlığı alabildiğine kaplamıştı 14 Eylül'ün arka bir mahallesini. Sokak lambası dışında kızın evine hiç ışık girmiyordu. Camda öylece dışarı bakıyordu. Yağmur vardı ve severdi yağmuru. Bir insan neden yağmurlu havayı sever ki? Bunu sorar dururdu kendine. Bu akşam bilinci o kadar berraklaşmıştı ki bu sorunun cevabını bile buldu: yağmur hüzündür ve hüzün seni şimdiki zamandan koparır. İstediğin yere götürür ama bu genelde geçmişin olur. Kız, duvardaki 03.00'ı gösteren saate bakıyordu. Daha sonra aniden çakan şimşek berrak bilincini daha da keskinleştirdi. Günlük yaşantısında hiç dikkat etmediği en derin konu onu ele geçiriyordu: İntihar. Şimşekler ardı ardına geldikçe sanki kızı tutup geçmişe götürüyordu. Tutmak da değildi bu. Onu çekiyorlardı ve kız kontrolsüzce peşlerinden gidiyordu. Büyük bir şimşek parladı gökte. Sanki bir yara açtı karanlık gökyüzünde ve bu yara kıza o kadar tanıdık geldi ki... Evet, bu şimşek onu geçmişe çekebildi nihayet. Gökyüzündeki bu yara tıpkı onun 8 yıl önceki ilişkisinde sevgilisini kaybedişi gibiydi. Şu an 28 yaşında. 8 yıldır içindeki bu yarayı taşıyordu. 8 yıl önce başlayıp 4 yıl süren birlikteliği sırasında karşısındakine öyle kök salmıştı ki onu görenler her zaman onu bir çınara benzetirdi. Ona çok bağlıydı, her an ona bakması, yıldızların gözbebeğinde parlaması gibiydi. 4 yıl boyunca o yıldız ilk günkü gibi parlamıştı gözlerinde. Kim bilebilirdi bir gün bu ışığın söneceğini? Kim bilebilirdi ki toprağın derinliklerine uzanan köklerinin kuruyacağını? Erkek arkadaşı işi dolayısıyla  bir başka kıtaya seyahat etmekteydi. Yolculuğun 3.saatinde büyük bir şimşek uçağa çarpmış ve uçak daha havada patlamıştı. Kız bu şimşek yarasını her yağmurda, her gecede, her gecenin 3'ünde uykusundan aniden uyanıp cam kenarında yeniden yaşıyordu. O cam kenarında ahşap pencereden içeri giren rüzgar da şöyle fısıldardı ona: İntihar et!

Kurguladığım bu hikaye, şu açıdan önemlidir: bu hikaye sayesinde intihar sırasında oluşan duygu-durumunun farkına az da olsa varmanızı sağlamıştır.
İntihar eylemi, mantıksal bir şekilde düşünülüp intihara karar verildiğini düşünülse bile aslında duygulara bağlı olarak kesinleştirilmiş bir eylemdir. Hemen bir örnekle açıklık getirmek istiyorum. Bir intihar bombacısı neden intihar eder? Çünkü örgütü ona öyle söylemiştir ve örgütünün bu otoritesini korumak için bunu uygulamayı mantıklı bulmuştur? Biraz daha derine inmeliyiz ki yazımda anlatmak istediğim insanın en dip noktalarıdır. En dip noktalardır bizi yaşatan da öldüren de. İntihar bombacısı örgütün verdiği emri mantıklı bulabilir ama bundan daha derinde şehit olabileceğini bilmektedir. Tanrı'nın ona vereceği güzellikleri hayal eder. İşte burada duygular devreye girer. Kendine özel harika bir ev, eş ve sınırsız güzellik onla olacaktır. Sonsuz bir mutluluk... Bunun düşü, onun beyin kimyasına etki eder. Eğer yeteri kadar fazla duygu yüküyle yüklenmişse, hiç tereddüt etmeden düğmeye basar ve kendini patlatır. Yeniden söylemeliyim; duygular bizim eylemlerimizde akıldan daha etkilidir. Yaşamın anlamı üzerinde konuşalım. Duygular buna nasıl uyarlanabilir? Yaşam anlamı dediğimiz şey Tanrı'nın yokluğu gibi veya hikayede anlattığımız gibi sevgilinin kaybı olabilir. Yaşama atfedilen anlam bir şeylerin yokluğu olmuştur. Sevgilisi ölen kız hayatına son verirken zerre kadar mantığıyla hareket etmemiştir. Oradaki yeterince üst seviyeye ulaşan 'duygu yükü' onun tamamen duygusal bir yönelimle intihar etmesine olanak tanımıştır. Bu yüzden duygu dediğimiz amigdala aktivitesi ne kadar analitik üst beyinimizle yaşasak da eylemlerimizi kontrol edebilme gücüne sahiptir.
İntiharın genel karakteristiğinin duygular olduğunu gördük şimdiye kadar. Peki bu doğru mudur? Bir kayıpta, travmada veya başka bir şekilde bizi sarsan olayda kendimizi duygularımızın oluşturduğu nehire atıp aşağı mı savrulmalıyız? Bu soru bile size bunun mantıksızlığını kavrattı bence. Şunu sorabilirsiniz: Tamam mantıksız ama az önce dedik ki büyük bir olayda sadece duygularımızla hareket ediyoruz. Öyleyse intihar mı edeceğiz böyle bir durumla karşılaşırsak? Cevap şudur: tarif ettiğim duygu hakimiyetine kapılma olayı, duyguların mantık karşısında bir geçerliliği olmayan kimyasal aktiviteler olduğunun farkında olmayan insanlar için geçerlidir. Bu yazıyı yazma amacım bu farkındalığı size kazandırmaktı. Artık duygu nehrine kendinizi bırakmak yerine sağınızda tutunacağınız taşların ve dalları olduğunu göreceksiniz. Kendinizi öyle eğitmelisiniz ki o dallara ve o taşlara en iyi şekilde nasıl tutunacağınızı alışkanlık haline getirmelisiniz. Bir olay yaşandığında üstünüze çöken duygu-durumun farkına varmalı ve kendinize yazının resmi olarak belirlediğim resimdeki gibi dışarıdan bakabilmelisiniz. Dışarıdan baktığınız sırada önünüzdeki sizin nasıl duygularla boğuştuğunu görebilirsiniz. Ama kendinize dışarıdan bakmak bir şey sağlayacaktır: mantıklı düşünmek! Duygularınızın farkına varmak ve onları yönetmek. Olay sırasında kendinizi izlemeli ve mantıklı bir karar vermelisiniz. İntihar'a veya kötü duygulara sürüklendiğiniz sırada dışınıza çıkın ve bunun mantıksızlığını görün. Çünkü artık onlara hapis değilsiniz, onların farkındasınız. Hayatın anlamı konusuna gelince... Derinlemesine düşündüğünüzde hayatın anlamını bulabileceğinize inanıyorum. Herkes için farklı olabilir fakat bunu bulabilirsiniz. Yukarıda sadece birini söyledim: 'an'da yaşamak... Determinist zihnin zaman mottosunu kırmak...
Son bir soru daha belirdiğini düşünüyorum zihninizde: "Kötü duygulara kapılmayalım ve mantığımızla hareket edelim evet fakat her zaman mantıkla mı yaşayalım? Duygusuz mu olalım?"
Bahsettiğim farkındalık kötü duyguları ve intiharı engelllemek içindi. İyi duygular hayatın büyüsüdür. Ona gizem ve eğlence katar. Sevgi ve mutluluk elde etmemizin amacıydı zaten bu farkındalık. Mantığınızı kötülükle savaşırken kullanın, iyilikle zaten savaşmanıza gerek yok. İyi duygular sizin kalenizdir. Bu kale içerisinde mutlu bir şekilde yaşarsınız. Ama kale dışındaki bir tehdidi yok edecekseniz bunu kalenin içindeki tahtınızda oturur gibi değil, elinize kalkanınızı almış bir şekilde ayakta ve kalenin dışında -yani mantıkla- halledeceksiniz.

Bireysel Felsefe

Kendi tanımladığım bir kavram olan Bireysel Felsefe, insanı koruyacak en iyi şeyin kendisi olmasını baz alır. İnsanın kendisini başkalarından en iyi tanıdığı için kendisine özel bir felsefe ve yaşam anlamı oluşturması gerekir.  Bu başkalarınınkiyle benzer olabilir fakat benzer olsa bile özgür iradesiyle kendisinin bunu seçmesi gerekir. Kendisi seçer ise ona tam gönülden bağlanmış olur. Kalenizin surlarını kendiniz inşaa edin. Başka biri bunu sizin için yaparsa, sizin en zayıf olduğunuz yeri bilen düşman, oraya hiç dokunmamış ve orayı zayıf bırakmış inşaa ediciye teşekkür edecektir. İnşaa edici oraya dikkat etmemiş olsa da düşman bunu bilecektir. Tabii ki bir felsefe belirlerken gelmiş geçmiş en büyük düşünürlerden yardım almayın demiyorum. Sadece bir düşünür tamamen kendinizle özdeşleştirseniz bile onu gerçekten kabul edin ve kendiniz onu seçin. Herkes onu seviyor diye değil. O zaman elinize tuğlaları alın ve işe başlayın!


Yorumlar

Popüler Yayınlar